Dün Zach Bush isimli bir doktorun konuşmasını dinledim. Geçen yıl olanların ve pandeminin istatiksel verilerle sorgulandığı bir konuşmaydı. Biyolojik olarak nasıl bir yapımızın olduğunu ve fiziksel çevremizle olan etkileşimimizin biz fark etmesek de bedenimizde nasıl tezahür ettiğini sade ama etkileyici olarak anlatıyor. Konuşmanın başında tabiatın Oxford sözlüğünden alınmış tanımını yapıyor. İşte şöyle:
nature
the phenomena of the physical world collectively, including plants, animals, the landscape, and otherfeatures and products of the earth, as opposed to humans or human creations…
Üzerinde durduğu kısım altını çizdiğim koyu kısım. Yani bu sözlük insanoğlunu doğanın dışında tutuyor. Biz doğanın bir parçası değilmişiz gibi, sanki biz ve diğer şeyler gibi. ZachBush biyolojik olarak bunun nasıl geçersiz olduğunu anlattı. Ben de daha önce ortaya çıkan bu yazıyı hatırladım ve paylaşmak istedim. Konuşmayı da dinlemenizi tavsiye ederim. Instagram ya da Youtube üzerinden takip edebilirsiniz.
Hoşumuza gitse de gitmese de var olan her şey ile karşılıklı olarak bir bağ içerisindeyiz. Fark etsek de etmesek de;evrende, dünyada, ülkede, şehrimizde yaşananlar doğrudan bizim başımıza gelmese de bizi etkiliyor. Benden uzak şeytana yakın olsun demek de bu hakikati pek değiştirmiyor. Hayat sadece kendi evimiz, işimiz, yakınlarımızla paylaştığımız kadarmış gibi geliyor. Halbuki hepsi sadece koca yaşamın küçük parçacıkları. Bilim yaşadığımız dünyayı, evreni ve varoluşu anlamak için küçük parçalara bölmek üzerine kurulu. Evet bütüne giden yolda pratik bir çözüm bu ama ya bizim asıl konudan uzaklaşmamıza sebep oluyorsa? Bir çoğumuz da küçük parçaların (kendi kimliklerimiz, bağımlılığa veya takıntıya dönüşen arzularımız, benzer şekilde korkularımız ve dahası) arasında debelenip durmuyor muyuz? Çoğu zaman ne gerçek ne değil kaybolmuyor muyuz yaşananların arasında?Çünkü bir bireyin ya da topluluğun ne kadar güçlü bir “ben” algısı varsa orada bir o kadar da kaos oluşuyor.
Bütüncül kadim ilimler, bu ilimlerin koruyucusu ve aktarıcısı olan hocalar, bu illüzyonların göz kamaştıran neon ışıkları arasında görebilene saf ışık oluyorlar. Ben de bu ışığın aydınlattığı yolda düşe kalka giden, hocalar konusunda şanslı doğmuş bir öğrenci olduğum için en karanlık anımda bile güvende hissedecek kadar şanslı hissediyorum kendimi. Bu yazı da bir hocamın dersinde çağların ve içine doğduğumuz toplumun karmalarını konuştuktan ve başka bir hocanın bir kitabını okurken çıktı.
Maalesef içinde bulunduğumuz çağ bize gül bahçeleri vadetmiyor. Modernleşme insanoğlunun gelişiminin tek ve yegane yolu gibi algılansa da bizden alıp götürdükleri de azımsanacak gibi değil. Özellikle modernleşmenin bir rant amacı olarak kullanıldığı sistemler tarafından yönetildiğimiz bu dünyada işler daha da zor. Bir yandan da korku temelli din öğretisi ile yetişen ve bildiği tek şey korkutarak sindirmek olan devletler var. İnsanlık tarihi kadar eski bu yaşananlar biliyorum. Ama hayat hep bir eylem gerektiriyor. Elimizden ne geliyorsa yapmaya, aklımızı kaybetmeden dünyayı bir parça da olsa dengede tutmaya çalışmak; ilim, irfan yolundan ayrılmamak, önce kendine sonra tüm varoluşa faydalı olmaya çalışmak hepimizin hayat yolunda var. Her birimizin evren olarak adlandırdığımız bu hudutsuz ve girift alemde, cismen küçük de olsak önemli bir yerimiz var. Ve olan her şeye rağmen, gönlünde huzur arayan, tutunacak daimi bir mutluluğu olsun isteyen her kişinin kendi iç dünyası ve büyük evren arasındaki bağı araştırması, öğrenmesi ve hatırlaması gerekli. Çünkü tek birimizin bile refahı, yaşadığı topraktan, toplumdan, evrenden bağımsız değil. Ve içinde bulunduğumuz zaman-mekanda dünya karışık, ülke karışık, bir çoğumuzun kişisel gündemi karışık. Tüm bunlar olurken pek de zaten keyfin, konforun, eğlencenin peşinde koşmak, daha önce yaşadığımız o güzel günlerin tekrarını aramak bütünle çok da uyumlu değil gibi geliyor bana. Akıntıya karşı kürek çekmek gibi. Direndikçe, akıntıya karşı kürek çektikçe iç ateş yükseliyor ve yakmaya başlıyor. Bu yüzden ben de kişisel düzlemimde başımı eğip biraz sakin kalarak geçirdim bu kışı. Neyse ki her kışın sonunda bahar var.
Hakkında ne gerçek ne değil bilemediğimiz pandemi, toplumsal hareketlilikler, iktidarların zehirli oyunları, doğal afetler arasında savrulduğumuz aylardan sonra tek başına baharın gelişi bile bana bir umut oldu. Gökyüzü de Mart ve Nisan ayında sakin görünüyor J Fırsat bu fırsat daha çok doğada, yürüyüş yaparak veya ağaçların yakınlarında vakit geçirerek, belki fidanlar, bitkiler dikerek, kışın ağır ve yağlı beslenme düzenini bırakıp pişmiş mevsim sebzeleriyle, meyveleriyle beslenip, bünyemize uygun arınma detokslarıyaparak, haftada birkaç gün tamamen sessiz vakit geçirerek,müzik dinleyip dans ederek kışın ölü toprağını üstümüzden atıp yavaş yavaş kendi içimizdeki tohumları yeşertmek baharın içimizde de başlamasına vesile olur belki.
Sevgimle,
Berrin
Cevap yaz